Cuma, Aralık 09, 2005

Uzun zaman oldu...

Uzun zaman oldu buraya bişeyler yazmayalı. . Bir kaç değişiklik oldu hayatımda.

Lisansüstü eğitime başladım.. Bir yandan iş, bir yandan okul, yorucu günler devam ediyor.. Öte yandan hayat kendi hızında akmaya devam ediyor. Bir ucundan yakalamak lazım, kendi karmaşandan uzaklaşarak..

Hayatta çok şey olurken, bunları ifade etmek yaşamaktan daha zor sanırım.. Kimbilir, belki zamanla daha iyi yazabilmeyi de öğreniyordur insan....

Yoksa yaşamayı öğrenmek daha da mı zor?....

Pazar, Ağustos 14, 2005

Çarşamba, Temmuz 27, 2005

Lise arkadaşlarına karizma sökmez!

Dün akşam uzun zamandan beri görmediğim lise arkadaşlarımla buluştum. İçlerinden birinin Ağustos'ta askere gidecek olmasından dolayı bir araya geldik. Başlıkta lise arkadaşlarım diyorum ama ortaokul ve hazırlık sınıflarını da beraber okuduğumuz için tam yedi yılımı beraber geçirdiğim dostlarım.

Üstelik bu yedi yıl öyle bir yedi yıl ki, bugün tanıştığım insanlarla geçireceğim yedi yıldan çok farklı. İlkokulu bitirmişsin, en saf ve şebek halinle girdiğin ortaokuldan itibaren, neredeyse bütün günlerinin beraber geçtiği insanlarla birlikte 17 yaşında mezun oluyorsun.

Bundan sonra ister genel müdür, patron hatta başbakan ol bu insanlara sökmez! Çünkü onlar senin en salak halini biliyorlar. Sen belki şirketinde onlarca kişiye hükmediyorsun, kariyer basamaklarını tırmanırken karizmadan kırılıyorsun, hiç farketmez! Onlar senin müdürden kaçarken düştüğün durumu, ya da beşlikten yediğin golü biliyorlar!

Önünde iki şans var: Ya bu insanlarla hiç görüşmeyeceksin (televizyonda son zamanlarda oynayan bir reklam var. Adam eski arkadaşını görüyor, yaşadığı kötü anılar canlanıyor, sonunda atlıyor arabasına gidiyor. Sanırım bir otomobil reklamı. Bu adamın yaptığı gibi de yapmak elinizde!) ve karizma dolu (!) yaşamına kaldığın yerden devam edeceksin, ya da bir araya gelip yaptığınız tüm rezillikleri bıkmadan, tekrar tekrar anlatarak yarılacaksın gülmekten!

Dün akşam, son günlerde geçirdiğim en güzel akşamlardan biriydi. Uzun zamandır hiç bu kadar eğlenmemiştim. Çok sık görüşülmese bile geride güzel dostluklar ve güzel yaşanmış anılar bırakmak insanı mutlu ediyor.

Pazar, Temmuz 17, 2005

Pazartesi, iş başı!!!

Bir haftalık bir moladan sonra pazartesi tekrar işimin başına dönüyorum. Güzel geçen bir tatilden sonra her ne kadar pazartesi sabahının hiç olmamasını istese de insan, maalesef kabulleniyor. Her güzel şey gibi tatilin de bir sonu var!

Bu konudaki tek tesellim, işimi seviyor olmam. Bu durum içimdeki burukuluğu biraz azaltıyor en azından.

Güzel bir şey tatil. Bir önceki yazımda bahsettiğim deniz, kum, güneş üçlüsü insanın yakasını bırakmıyor. Ama nedense bana biraz da yorucu geldi. Ne bileyim, insan bir yerden sonra tatilden de sıkılıyor sanki. Bu yazdıklarım yüzünden tatil yapamayanlar bana kızacaktır muhtemelen. Her şey bir yere kadar güzel sanki. Deniz de öyle. Belki de kısa olduğu sürece her şeyin tadı kalıyor insanın damağında.

Ne bileyim, kendimin tembel biri olduğunu düşünsem de, belli bir tempoya alışınca insan, deniz de olsa tatil de olsa, boşluktan sıkılıyo sanki. Neyse, umarım pazartesi sabahı işe geldiğimde bu yazdıklarımdan dolayı pişman olmam :))

Cuma, Temmuz 08, 2005

tatil..........

Tatil yapmak... Yaygın anlayış ve tercih edilen şekliyle deniz, güneş, kum.... Yoğun iş temposu ve iş hayatında yaşanan stres nedeniyle herkesin hayalini kurduğu şey biraz sakinlik ve kafa dinlemek aslında.

Denize girmek, güneşlenmek, bulunulan ortam ve yaşanılan şehirden (ki hele bu İstanbulsa mutlaka) biraz uzaklaşmak insana iyi geliyor.

Tabi maddi şartlar da olanakları kısıtlıyor. Ama yine de bir çok ülkeden daha avantajlı durumdayız. Neticede "üç tarafı denizlerle çevrili" bir ülkede yaşıyoruz. Herkesin kesesine göre tatil yapma olanaklarının mevcut olduğunu düşünüyorum. Belki herkes 5 yıldızlı tatil köylerinde dinlenme fırsatı bulamıyor. Ama günü birlik dahi olsa çok küçük fiyatlara bir yerlere gidebilme fırsatı bir çok insan için mevcut.

Yaklaşık iki sene sonra önümüzdeki hafta tatile çıkmayı planlıyorum. Tercihim, Marmara yakınlarında ufak herhangi bir tatil yerinde, tam yada yarım olmayan, yani yemesi içmesi bana ait bir pansiyondan yana. Bir çok şeyde olduğu gibi galiba bu konuda da geri kafalıyım. Sabah kalkayım, keyfime göre hazırlayım kahvaltımı, akşam yine nevalemi hazırlayım, artık çay mı olur, buz gibi başka bir şey mi olur, yudumlayayım balkonumda :))

Galiba deniz ve güneşten çok tatilin bu kısmı hoşuma gidiyor. Gerçi henüz beş yıldızlı bir otelde tatil yapma olanağım olmadı. Bu nedenle yazdıklarım "elindeki imkanlarla mutlu olmak" şeklinde nitelendirilebilir. Ama sanki bana yine de keyif aldığım şeyler değişmeyecekmiş gibi geliyor. Neyse onu da deneme yanılma yoluyla anlarız artık :))

Perşembe, Temmuz 07, 2005

Çarşamba, Haziran 22, 2005

Bu da Tosun Paşa !

.

Tosun Paşa! Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi komedi filmlerinden biridir. Bunu yalnızca ben söylemiyorum. Yapılan anketlerde dünyanın, en iyi 18. komedi filmi seçildi. (http://www.milliyet.com.tr/2005/06/22/son/sonyas11.html) Hababm Sınıfı bu listede 3. olarak, Tosun Paşa 'dan daha üst sırada. Onun yeri de ayrı. Ama Tosun Paşa bambaşka. Kelimelerle ifade edilemez bir film. Diyaloglar, Oyuncular... Şener Şen,Kemal Sunal...

Eski Türk Filmleri güzeldir, ama dönemin şartları gözönünde bulundurularak genelde bir mesaj verme kaygısı görülür. Tosun Paşa bu kaygılardan uzak, mükemmel kurgusu ve senaryosuyla tam bir komedidir. Şener Şen ve Kemal Sunal'ın, Adile Naşit'in ne kadar büyük oyuncular olduğu gözler önüne serilmiştir.

100'lerce kez seyretsem doyamayacağım filmin müzikleri de Türk klasik müziğinden seçilidir. Filmin temposuyla son derece uyumlu olarak kullanılan Türk müziğinin klasik parçaları, Tosun Paşa'nın müziği olarak anılacak kadar akıllara kazınmıştır.

Tosun Paşa'yı o dönemde yaşamayıp, sinemada seyredememiş olmaksa en çok üzüldüğüm şeylerden biri olarak hep içimde kalacak...

tosun

Yukarıda gördüğünüz, benim "Tosun". Kendisi tembel bir hayvan olup mamadan başka bir şey yememektedir. Dolayısıyla gün geçtikçe şişmektedir! Kendisi evimizin neşesidir. En sevdiği şeylerden biri kameraya poz vermektir.

İnsanlar kedi ve köpek sevenler olarak ikiye ayrılıyo. Köpek sevenler, neden köpekleri kedilerden daha çok sevdiklerini, kedi sevenlerden daha kolay anlatabiliyor: "Köpekler sadık hayvandır, başından ayrılmaz. Terliğini getirir, laf anlar.. Hem bi kere kedi nankördür..." filan derler genellikle. Kedi sevenler ise genelde "Kedi işte, sadık değil ama, güzel." filan derler.

Ben köpekleri de severim. Ama kedinin yeri ayrı benim için. Karizmatik hayvandır kedi, cool'dur bir kere. Tembeldir, yatar sürekli. Canı isterse oynar, isterse sırnaşır. Ya da bütün gün kaybolur ortadan. Bir bakarsın alakasız bir köşeden esneyerek, sallana sallana çıkar gelir. Simetrik hayvandır kedi. Yüzünün şekli süperdir. Kulaklar, burun, bıyık... Köpekler de güzeldir ama kedi farklıdır.

Nankör filan da değildir ayrıca. Hiçbir hayvan nankör değildir. Sen ona nasıl davranırsan o da sana öyle davranır. Hem kızdır hayvanı, sonra tırmalasın, "Nankör kedi!" Yok öyle şey! Kediler estetiktir, çeviktir, atılgandır... Gözlerinden ateş saçar!

Güzeldir kediler, severim köpekleri de, ama kedi ayrıdır...

Salı, Haziran 21, 2005

21.06.99

Çeyrek yüzyıla yaklaşan yaşamımda,
En güzel günler, seninle beraber olanlar.
Yaşadığım en uzun gündüz bu, kesinlikle!
Kısaldı karanlıklarım,
Tam altı yıl önce…
Sen yanımda oldukça hep parlayacak gökyüzü.
Bütün güzelliklere Açık bir Sahne’deyiz seninle,
Hiç kapanmayacak…
Sen istediğin sürece,
Bu kalp hep senin için atacak…

İyi ki varsın…

Cuma, Haziran 17, 2005

Hatırlar mısın bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı?

Bu replik, türk sinemasının en klişe repliklerinden biridir: Kameraya arkası dönük, dönen koltukta oturan yeni patron, eski ezik işçi, kapısına gelen eski patronuna döner ve der ki: "Hatırlar mısın, bir zamanlar kapından kovduğun fakir ama gururlu bir genç vardı?"

İşte o an eski patronun bittiği andır! Bir zamanlar fakir olan gururlu genç ise içinden her türlü el kol hareketini yapmaktadır eski patronuna karşı. fakat filmimizin dramatik kurgusu ve Türk toplumunun aile yapısı bu hareketleri izleyiciye göstermekten alıkoyar yönetmeni.

Eski türk filmlerini severim. Aynı olsa da bir bölümü, güzel mesajlar verir. Yukarıdakine benzer sahneleri zaman zaman yaşamama fırsat tanıdığı için hayata teşekkür borçluyum. Tarif edilemez bir duygudur. Herkesin yaşamasını dilerim.

Bu arada eski türk filmleri deyince Tosun Paşa olayına girmeden edemeyeceğim. Fakat ufacık yazıp harcamak istemiyorum. Çok yakında, neredeyse bütün filmi tek başıma oynayabileceğim bu şaheseri sayfalarca anlatıcam. Bekleyin... ;)

Perşembe, Haziran 16, 2005

SSK'da yetkili destekli Q-Matik sistemi !

SSK'dan sigortalı olarak belirli bir iş günümü doldurdum ve bu sabah sağlık karnemi almak üzere Beşiktaş'taki SSK Müdürlüğü'ne gittim. SSK, Bağ-Kur, Devlet Hastanesi gibi kurumlardaki 'kuyruk' çilesine yabancı olmadığım için mümkün olduğu kadar erken saatte orada olmayı hedeflemiştim. Bir çok kişinin çeşitli sebeplerle, farklı kurumlarda yaşadığı kuyruk anılarına bir ek de ben yapayım.

8:30'da başlayan mesaiden tam olarak bir saat önce orada olmama raağmen önümde tam yetmiş kişi vardı. Daha kötülerini gördüğüm için halime şükrettim. Tabi bu arada önümde tam olarak yetmiş kişi olduğunu nereden bildiğimi merak edenlerin buralara uğramadığını düşünüyorum. Çünkü bir kuysuk klasiği olan, ortalıkta dolaşan bir kağıt, bir kalem ve herkesin ismini numaralandırarak not eden amca bu kuyrukların klasiklerindendir. Ben de 70. sıradaki yerimi aldım ve mesaiden yarım saat önce bir 'fedai'nin çıkıp kağıttaki numaralara göre biszi sıraya yerleştirmesini beklemeye koyuldum.

Neticede beklenen gerçekleşti ve bir hengame, sürekli konuşmalar arasında birisi çıkıp isimleri tek tek okudu ve geçtik kuyruğa. Burada ilginç olan şu ki; SSK kendini bir ölçüde geliştirmiş ve bankalarda numara alınan Q-Matik cihazlarından koymuş. Neden bu aletten sıra numarası almıyoruz da burada ip gibi diziliyoruz diye düşünürken, bir süre sonra anladım ki biz aslında numara almak için sıraya giriyoruz! Kağıttaki sıraya göre Q-Matik aletinin önünde dizildikten bir süre sonra yetkili biri geldi ve tek tek herkese düğmeye basarak numara dağıttı ! Anlamadığım o adam orada duracaksa aletin anlamı ne? İnsanlar karmaşık bir iş yapmıyo neticede, bir düğmeye basıyo ve numara alıyo! düğmeye basmak için mi adam istihdam ediyor acaba SSK diye düşündüm. Ama bu durumun bir ihtiyaçtan doğabileceğini düşündüm.

Nasıl mı? Örneğin makinadan arka arkaya on numara alıp, mesai saati gelenlere belli ücret karşılığı sıra satımını engellemek için olabilir mesela. Kıvrak zekalı Türk milletinin aklına kesin bu fikir gelmiştir! Ya da iki saniye içinde 5 kere basma başarısını göstererek makineye feleği şaşırtılmış olabilir ! Tüm bunları engellemek için birinin makineyi beklemesi tek yol olmuş olabilir.

Tüm bunlar olası. Ama netice de SSK bir parça sınıf atlımış ve yetkili destekli Q-matik sistemine geçmiş. Daha iyi günler görücez inşallah...

Pazartesi, Haziran 13, 2005

Esnaflık öldü mü?

Biraz geri kafalı birisiyim galiba. İlişkilerimde ve tercihlerimde yaşadığım zamana pek uyum sağladığım söylenemez. Tüketim toplumunda yaşıyoruz. Birçok şeyin hızla tüketildiği ve değiştirildiği zamanımızda ben tercihleri fazla değişmeyen, tercihlerini uzun zaman boyu korumaktan yana olan birisiyim. Bu durum bazen yaşadığım topluma yabancılaşmama yol açıyor.

Örneğin 70’lerin müziğini dinlemekten zevk alıyorum. Yıllardır aynı arkadaşlarımla görüşüyorum. Sürekli gittiğim kafelere gitmeyi tercih ediyorum. Bunlar kendimi huzurlu hissettiğim şeyler ve değişmesini istemiyorum.

Fakat benim direnmeye çalıştığım şeyler zamana ve aşırı kalabalıklaşan şehre karşı direnemiyor. Taksim’de gitmeyi tercih ettiğim mekanlar birer birer kapanıyor. Bu yüzden artık eskisi kadar gitmiyorum Taksim’e. Aslında beni huzursuz eden, mekanların değişmesinden çok zihniyetin değişmesi. İşletme sahibinin ya da çalışanlarının sürekli olarak nasıl olur da daha fazla para yolarım düşüncesi beni çileden çıkartıyor. Bir an evvel kalkman ve yerine yeni müşteriyi alman için gözünün içine bakan garsonlar, iki dakikada bir “Bir isteğiniz var mı?”, “”Başka bir şey alır mısınız?” diye sorarak bütün keyfinizi kaçırıyor.
Kabul ediyorum, ticari mekanlar ve para kazanmak zorundalar, fakat müşterinin kendini rahat hissetmesi daha önemli değil mi?

Yaşadığım yer Bakırköy’de tüm lise ve üniversite yıllarım boyunca gittiğim TCDD Lokal’i kapandı ve yerine alakasız bir çay bahçesi açıldı. Lokal zamanı adisyon nedir bilmeyen bizler, daha gelmeden listeye yazılan çaylarla karşılaştık. Bir çay eksik ya da fazla içilmesi büyük olay olmaya başladı. Yukarıda bahsettiğim, kalksa da yeni müşteriler gelse cinsinden bakışlar sürekli olarak üzerinizde. Sırf bahşiş almak için para üstünü ne kadar bozuk getirebiliriz sorunsalına (!) fantastik çözümler üretiliyor. Örneğin 3 milyon para üstü 2,5 milyon kağıt para ve 5 tane yüzlük olarak veriliyor! Bahşiş vermek isteyen müşteri, bütün para üstünü bırakır, bu işgüzar hareketler tamamen insanı gıcık ediyor.

Her türlü ilişkinin ticari çıkara dayandığı günümüzde galiba bunlar çok küçük ayrıntı. Fakat alışveriş yaptığım ya da kafamı dinlemek ve dostlarımla muhabbet etmek için seçtiğim işletmelerin de ben de olumlu hisler uyandırması tercihlerimi etkiliyor. Kendimi mekanın bir parçası gibi hissetmek ve o mekana hayatımda bir yer ayırmak beni huzurlu kılıyor. Bu hisleri yaşayabildiğim birkaç yer Taksim’de Palyaço Bar ve Barcelona pastanesinin yan tarafında dar bir çıkmaz sokakta, yokuşa rağmen insanların ortamın sıcaklığını paylaştığı ve yazın boş yer bulmanın zor olduğu Mandabatmaz Çay Ocağı. Ayrıca Mecidiyeköy’ü bilenlerin bildiği Emniyet binasının arkasındaki Boz Çay Ocağı’da yeni keşfettiğim sıcak yerlerden birisi.

Esnaflık ölmesin! Gözünde dolar işareti parlayan işletmeciler istemiyoruz ;)

Cuma, Haziran 10, 2005

Bugün ne yiyelim?

Yemek yemek, insanoğlu için sadece bir ihtiyaç değil. İnsan dışındaki tüm canlılar belki de sadece hayatta kalmak için besleniyorlar.Fakat insanlar, yemekten keyif alma, ya da sürekli aynı şeyleri yemekten sıkılma özelliklerine sahip bir yaratık.

Özellikle öğle yemeklerinde ne yiyelim düşüncesi beraber yemek yediğim iş arkadaşlarım ve benim için tam bir dert. Saat 12'de çıkacağımız yemekte ne yiyelim tartışması yaklaşık yarım saat önce başlıyor. Genellikle gül tartışmayı başlatan ilk hamleyi yapıyor ve msn'den beni ve savaşı da içeren bir oturum açıyor ve tartışmayı başlatıyor.

İş yerimiz Mecidiyeköy'de olduğu için yemek seçeneği açısından şanslı olsak da iş karar verme aşamasına gelince olay karışıyor. Muhasebe departmanı sorumlusu sevgili Savaş arkadaşım düzenli bir menüden yana. Haftalık bir program hazırlıyor bize ve bir yıl boyunca buna uymamızı öneriyor!

Program güzel bir öneri, fakat o da sıkıyor. Zaten yediğimiz şeyler az çok belli : Kumpir, goralı, spaghetti ya da pizza. Dönüp dolaşıp aynı seçeneklerde buluşuyoruz. Eğer bilim kurgu senaryoları gerçekleşir ve ileride haplarla beslenirsek sanırım bundan o kadar şikayetçi olmayacağım.

Perşembe, Haziran 09, 2005

Neden Blog?

Teknolojiyle geç tanışan biri olarak birçok şeyi yeni yeni öğreniyorum. Çok hızlı gelişen dünyaya ayak uydurmak gerçekten zor. Bunu elimden geldiğince başarmaya çalışıyorum. İletişim teknolojileri üzerine yayın yapan bir dergide çalışmak bu sürece olumlu etki ediyor. İnternete sürekli ve kolay erişiyor olmak, kendi kişisel bilgisayarımın olması bu süreci olumlu etkileyen faktörler.

Blog, İnternet teknolojisinin kullanıldığı alanlardan en son tanıdığım. Bloglar yurt dışında yaygın olarak kullanılıyor. Büyük şirket yöneticileri blogları adeta birer halkla ilişkiler aracı olarak kullanırken, İnternet kullanıcıları bireysel olarak diledikleri şeyleri bloglar aracılığıyla insanlarla paylaşıyorlar.

Ülkemizde de her geçen gün yayılan blogla tanışmam Türkiye’nin ilk şirket blogu olan dergimizin blogu sayesinde oldu. Editörüm benden blog için yazı yazmamı istediğinde ne yazabilirim diye uzun süre düşündüm. Kendini ifade etmek konusunda çok başarılı olduğum söylenemez. Bir şeyler yazarken yanlış bir şey söylememek için kılı kırk yarıyorum. Hele bir de İnternet’ten yayınlanacak bir yazıda çok dikkatli olmaya çalışıyorum. Tüm bunlar ben de yazı yazarken stres oluşturuyor.

Ama yine de bir şeyler yazmak çok hoşuma gidiyor. Sanırım bu, insanlarla bir şeyler paylaşmanın yarattığı keyif. Yazacağım yazıları kimse okumasa da, belki biri okur ve benimle benzer şeyleri düşünüyordur, yada benzer şeyler yaşamıştır düşüncesi beni mutlu ediyor.

Bu yüzden kendime blog sayfası hazırlamaya karar verdim. Üşengeçlik hastalığım nüksetmediği sürece bir şeyler yazmaya devam edeceğim :))